III
Aslında
hakkında yazmak istediğim konu çok derin ve çok gergin ve çok güçlü. Tüm bunlar
iyi bir şey olabilirdi, ama aynı zamanda çok 'değişken’ de olmasaydı.
Değişkenlik, insanın güvenliğini, güvenme hissini azaltan bir şey değil mi?
Yani, sözüne güvendiğiniz biri yarın, söylediği sözlerin tam tersinin doğru
olduklarını iddia ederse ona güvenebilir misiniz? Veya hayatınızda çok değer
verdiğiniz iki insanın, tamamen farklı iki fikri savunduğunu görseniz,
hangisine nasıl güvenebilirsiniz? Ya da tamamen farklı bir örnek verelim; 2+2
bulunduğunuz yerde 4 ederken, farklı bir kıtaya veya yarım küreye geçtiğinizde 5
etseydi, bu ‘matematiğe’ güvenip binalar dikebilir miydiniz? İşte tam da bu
yüzden, çok net olunması gereken konular da bir değişkenlik mevcutsa orada
güvensizlik de mevcuttur. Sadece bu ‘güvensizlik duygusu’ herkeste
uyanmayabilir. Bu nedenle bahsetmek istediğim konu, hayatımın belli aşamasında
benim güvenimi yitirmiştir. Bunun üzerine düşünmekten kaçınmak, kendimden
kaçmak gibi bir şey olurdu. Bunun üzerine değerlendirmelerimi yazmak, en
mantıklı davranış olurdu. Bu nedenle, dinler… hakkında yazmak istiyorum. İşim gereği, çok fazla örneğini
görebiliyorum: Hindular, cemaatten Müslümanlar, Yahudiler, Budistler,
Hristiyanlar.. İşim uçmak, bu kadar sık uçtuğunuz zaman, coğrafyalar
değiştiriyorsunuz. Ve sadece coğrafya değişirken, inançların da ne denli
değiştiğine tanıklık ediyorum. Ve bu durum, üniversitede fark ettiğim ‘din ve
tanrı inancını bir kenara bırakma’ davranışımı destekliyor. Bu değişkenlik,
bana bir kez daha ortada güvenilecek bir şey olmadığını gösteriyor. Bu yüzden,
hem derin, hem de yüzeysel bir konu bence. Hem gergin hem de bir o kadar basit.
Meridyenlere göre değişken olan bir şey ne kadar güçlü olabilirse o kadar
güçlü.
Soru
sorulmaz, sorgulanmaz, sorsan da cevap yok öğretileriyle büyüdüğümüz için bu
toplumda, -en azından biz de böyle, belki Budist lerde değildir- kaçıyordum
yazmaktan. Dedim ki kendime, madem 30 oldun, madem ahşap masanı da aldın,
yalnızlığın dayanılmaz hafifliği içindeyken yazmayacaksın da ne zaman
yazacaksın acaba?
Uçaktan
bir diyalog;
-Hindu
yolcu: “Do you have vegetarian meal?
-Ben:
No sir.
-H.Y:
Ok, give me chicken.
İçimden
“sen iki dakika önce vejeteryan değil miydin? Ne oldu şimdi, chicken
istiyorsun?” diyerek verdim tavuğu yolcuya, yanına da soğuk bir bira. Ondan
sonra düşünmeye başladım, vejeteryan olmak Hinduizmde farz mı, sünnet mi diye?
Farzın, sünnetin İngilizcesini bilsem soracağım yolcuya ve fakat sorulmaz!
İnsan kendi ailesi içinde bile konuşmuyorken, o güne kadar hayatında ilk kez
gördüğü bir Hindu ya nasıl “sizin dinde vejetaryan olmak zorunlu mu?” diye
sorsun ki? Ya da Hindu bu soruyu hoşgörüyle karşılar mıydı acaba? Mesela
hoşgörü dini diye geçen İslam dininde, Nakşibendi cemaatine göre bir kadın
eline dokunmak yasak olsa gerek. Aynı uçuşta uçak bu cemaatten kişilerle
doluydu, biz de her zaman ki servis hazırlığımızdan önce, kulaklık, menü, ve
lokum servisimizi yaptık. Fark ettim ki, cemaatten erkek yolcular elim ellerine
değmesinler diye türlü cambazlıklar yapmaktalar. Hatta göz kontağı kurmakta
günah olsa gerek ki, yüzüme de hiç bakmadılar. Ailemin mensup olduğu din
olduğundan, İslam’daki hoşgörünün olması gerektiğinden ne kadar az olduğunu
görebiliyorum. Aynı uçuşta, yolcular, alkollü içecekler ile meyve suları aynı
dolapta durduğu için hiçbir şey içmediler ve bunu şikayet edeceklerini
söylediler. Yani vejeteryanlıktan vazgeçip tavuğun yanında
bira içen Hindu yolcu ve sırf alkolle aynı dolapta olduğu için meyve suyu
içmeyip, et yiyen Müslüman yolcu ve onlara bu servisleri yapan veya yapmaya
çalışan ben gayet komik bir tablo oluşturuyorduk. O günden sonra dinin yeme- içme alışkanlıklarına neden bu kadar
kafayı taktığını düşünmeye başladım. Hristiyanlıkta pek sorun yok gibiydi?
Sahi, onların yasaklı içecek veya yiyecekleri yok mu? Et yemeyen alkol içen
Hindu yolcuyla, et yiyen ama alkol içmeyen Müslüman yolcuyu yan yana oturtsak,
Amerika’ya gidene kadar ne konuşurlar acaba? Konuşmazlar mı acaba? Hoşgörü? İki
dinde yeme- içme kurallarına kafayı takmışken, iki sohbetin belini kıramayacak
kadar küstahlık doldurmuş olabilir mi insanların içini?
Gelelim
Tel Aviv uçuşuna. Bizim yemek servisimiz bellidir, Müslümanlar için, içerisinde
domuz ürünü barındırmayan fakat GDO lu olması çok mümkün yiyeceklerden oluşur.
Bu sebepten, Tel Aviv uçuşlarında en az 30- 40 tane kosher siparişi olur.
Kosher yemeğin içeriğini tam olarak araştırmadım, fakat kendisi bir kutu içinde
sunuluyor. Başkasının elinin kesinlikle değmemesi gerekiyor, yoksa Yahudiler
yemiyorlar. Yine bir uçuşta 52 tane kosheri elimizdeki listeye göre dağıttık ve
fark ettim ki kimse ekmek istemiyor – açıkta olduğu için- ve kimse içecek de
istemiyor. İstememelerini anlıyorum, fakat ‘ne içersiniz?’ sorusuna karşılık
kızgın bakışlar atmalarını anlamıyorum. Sanırım sorulmaması gereken bir soru
soruyorum. “sen nasıl olur da o ellerinle ellediğin ekmeği bize uzatırsın?” mı
diyorlar acaba içlerinden. Çünkü ben “ amaan yemezseniz yemeyin!” diyorum
içimden. Fakat o sırada, kosher siparişi
olan bir yolcu, şaşırtıcı bir şekilde bir bardak kola istedi benden. Resmen
sevindim. Ama hevesim kursağımda kaldı, yolcu kola şişesini uzatmamı istedi,
uzattım, içindekilere baktı. Ve onaylamayan bir baş hareketiyle, bardağı ve
şişeyi bana geri uzattı. İçindekiler bölümünde, hangi maddenin onun için sorun
olduğunu delicesine merak ettiğimden dayanamadım ve sordum. Hayır! Sormak yok!
Yasak! Dedim ya, dayanamadım sordum. O da “içeriğinin eksik olduğunu” söyledi.
Elimdeki kola dolu bardak ve şişeyle bakakaldım, yine ve yine hayal kırıklığına
uğradım.
Bir
Amerika uçuşunda, yine bir Yahudi çift vardı ve 3 tane çocukları. Kadın çok
gençti. Hatta o da çocuk gibiydi. İngilizce bilmiyordu, bu nedenle yanında
oturan Arjantin li yolcunun onun hakkında söylediklerini anlamadı “çocuk
doğurma makinesi gibi, sanırım bütün hayatı çocuk bakmakla geçecek”. Onlarda da
herhalde “5 çocuk yapın, 15 çocuk yapın” baskısı yapan bir başkan vardır diye
düşündüm ve annelerin rahimleri olmuştur ülke için bir strateji. İlgimi çeken
koltuğundaki peruktu, o kadar çok gittiğim Tel Aviv uçuşlarında hiç dikkatimi
çekmemişti, belki de kısa yol olduğu için peruklarını çıkarmıyordu kadınlar.
Meğerse Yahudi inanışına göre, kadınlar düğünden bir gece önce saçlarını
kazıtırlar ve hayatları boyunca peruk takarlarmış. Kocaları böyle istermiş.
Kendi saçlarını kesip, başka kadının saçlarıyla hayatlarını sürdürmelerini
isterlermiş inançları gereği… Bu duruma neresinden bakarsam bakayım, anlamam
mümkün değilmiş gibi hissediyorum. Kabindeydi koltuğum, inişe geçmişti uçak.
Sabahın 5’nde aydınlığın yavaşça karanlığın içine sızdığı bir zaman diliminde
İstanbul’a iniyorduk. Yahudi baba uyuyordu, annenin gözleri çocuklara bakmaktan
kan çanağı olmuş, bebek ağlıyor kucağında, kız çocuğuysa annenin işini biraz
kolaylaştırmış ve uyuyakalmış koltukta fakat uçak inişte olduğundan giderek
aşağı doğru kaymakta. Yanında oturan Amerikan tipli bir beyefendi kolunu siper
ediyor çocuk düşmesin diye. İşte görmek istediğim kare, dudağımın ucunda bir
gülümsemeyle iniyorum İstanbul’a, 14 saatlik yolculuğun sonunda..
No comments:
Post a Comment